30 Haziran 2016 Perşembe

Çocukla geze-geze tatil vol.2 - Akdeniz-Güney Ege

Geçtiğimiz yaz, kızımız 2 yaşında iken, Kurban Bayramı tatili öncesi 2 haftayı yaz tatiline ayırdık, sanırım 6-7 Eylül gibiydi. Sadece, ilk durağımızın Çıralı/Antalya (Olimpos) olduğundan emindik, kaç gün kalacağız, nerede kalacağız, sonraki duraklar neresi olacak düşünmedik.

Sabaha karşı İstanbul'dan yola çıktık, kahvaltıyı Afyon'a denkgetirdik, 1 saatlik moladan sonra yola devam edip, öğleden sonra erken saatlerde Çıralı'ya vardık.

Çıralı
Aslında bir önceki sene Çıralı'ya 2 günlüğüne gelmiştik ve çook keyif aldığımız için tekrar burayı tercih ettik. Yani gitmeden biraz fikrimiz vardı. Tek hatamız otel için önceden rezervasyon yaptırmamak oldu sanırım. Çünkü, bir önceki gittiğimizde farklı tarzda oteller ve pansiyonlar olduğunu biliyorduk ama isimlerini hatırlamadığımız için, gidince görerek karar veririz dedik. Ancak çoğunda yer olmadığını, bazılarının da 'yoğun talep' nedeni ile fiyatlarını epey bir arttırdığını gördük. 

Çocuk öncelikli olduğumuz için basit, naif birkaç aradığımız özellik vardır aslında: bahçesi olsun, mümkünse kedi, köpek, tavuk vs. dolaşsın, odamız düz ayak bahçeye açılsın , çocuk için esnek yemek tercihlerimize cevap versin ve sahile nispeten yakın olsun.

Açık olmak gerekirse, içimizde kalan kesinlikle bungolov tarzı tesisler oldu ama dediğim gibi çoğu doluydu ve onlar sahile birazcık daha mesafeli. (Bu sene tekrar gitmeyi planlıyoruz ve kesinlikle onları tercih edeceğiz.)

Biz de kriterlerimize uygun olarak :) iki yer gezdik ve Alican Pansiyon'da karar kıldık. Küçük bir bahçesi, kamelya, hamak vs var. Fiyat olarak oldukça uygun fiyatlıydı. Odalar standart ölçüde, ikiz yatak + tek kişilik yatakları var. Bunlar dışında bir de bebek yatağı koymaya yer yoktu mesela. Banyo-wc idare eder seviyede, öyle aman aman titizlik görmedik açıkçası. Zaten aile işletiyor, evin annesi her türlü işle kendisi ilgileniyordu. Kahvaltı yine standart düzeyde, akşam yemeği dahil değildi ancak her akşam ızgara yapıyorlar ve sabahtan ne pişeceği belli oluyor ve isteyenlere de servis ediyorlar. Biz bir akşam balık yedik ve gayet güzeldi ayrıca da dışarıdaki restoranlardan çok daha uygun fiyata geldi. Tek gariplikle karşılaştık o da gece yarısı herkes yattıktan sonra pansiyonun elektrik şalterini kapatıyorlardı :) Hava bunaltıcı derecede sıcak ve nemli olduğu için biz bile klima açık yattık, herkes gibi. Böyle olunca, işletmecisi çareyi böyle bulmuş. Gecenin yarısı kesip, sabaha karşı açıyorlar :)

Çıralı'da 3 gece kaldık. Kahvaltıdan sonra sahile gidip, tüm günü orada geçirip akşam duş almaya otel döndük hep. Sahili çocuk için ideal. Restoranlar ile plaj arasında toprak bir yol var, fazla araba geçmiyor, geçse de çok yavaş ve dikkatliler. Biz tüm eşyalarımızı Karakuş Restorant'a koyup, onların plajında vakit geçirdik. Yol boyunca tüm restoranlarda sistem aynı. Oturduğumuz masadan plaj ve şezlonglar görünüyor, servis veriyorlar. Eşim genelde bilgisayarıyla olması gerektiği için restorana herşeyi masada açık şekilde bırakıp, rahatça plaja yanımıza gelip gidiyordu. Kızım da rahatça plaj-restoran arasında kendi başına gidip geldi. 

Çıralı plajı çok geniş, deniz ile şezlonglar arası epey mesafeli, kaplumbağaların yoluymuş orası :) biz göremedik maalesef. Şezlongların altı ince kum ama denize doğru irili ufaklı çakıl taşları var. Denizin için de çakıllı. Ben alışkın olduğum için rahatsız olmadım ama plastik deniz ayakkabıları burası için ideal. Deniz zaten malum, cam gibi, tertemiz, dupduru. Hemen derinleşmiyor, korkutucu değil yani. Biz çocukla birlikte çok keyifli vakit geçirdik denizde, zaten 0 dalga, sakin sakin oynadı.

O zamanda Deren 1,5-2 saat kadar öğle uykusu uyuyordu, akşam da en geç 21 gibi yatardı. Öğle uykusu saatinde, zaten güneş eritmeye başladığı için restorana sığınıp, mayıştık biz de. Deren de ya bebek arabasında ya da hamaklarda uyudu. Terleme dışında hiç sıkıntı yaşamadık. Zaten arabasında, orda burda uyumaya alışkın, bize zorluk çıkartmadı. Kalkınca da yemeğini yiyip yine sahile koşturduk.

2. gün Olimpos tarafına yürüyüş yaptık. Sahilden 15-20 dk.da yürünebiliyor ama deniz ayakkabısı şart, yoksa terlikler heba olur. Biz Olimpos sahilinde oturup vakit geçirdik. Önceki yıl geldiğimizde içeriye doğru yürüyüp ören yerini gezmiştik, o yüzden tekrar gitmedik o bölgeye. 

Akşamüzeri bisiklet kiralayıp tur atmak çok keyifli. Biz kızımla bol bol bisiklete bindik :)

Akşamları ise fazla seçenek yok :) ya otelinizde kalıp dinleneceksiniz, ya sahildeki restoranlarda yemek yiyeceksiniz ya da minicik caddesinde bir cafede vakit geçirip, dükkanlara bakınacaksınız. 3 gecede hepsini yaptık. Deren'i yemek sonrası arabasına koyup uyuttuk (sağolsun Çıralı yolları çakıllı çukullu olduğu için o sallanmaya hemen uyudu zaten :) Sahildeki restoranlar genel olarak aynı konseptte, balık ağırlıklı, et, ızgara, pizza vs. Biz yine Karakuş'ta yedik bir gece, diğer gece oteldeydik, son gece de caddedeki Simge Cafe'de pizza yedik öneri üzerine. Odun ateşinde ve güzel soslarla incecik pişinde pizza zaten lezzetli oluyor. Bizde bir 'wwooow' etkisi yaratmadı ama gayet lezzetliydi. Cadde üzerinde çay bahçesi, hediyelik eşya, market vs. herşey var, bayağı da hareketliydi.

Biraz basık bir yer olduğu için pek esmiyor. Eğer alerjik bir çocuğunuz varsa sinek ve diğer haşereler için önem almak gerekebilir. Sonuçta her yer ağaç, bahçe, yeşillik...

3 geceden sonra Kaş'a gitmeye karar verdik. Yolda Kaş-Kalkan ikilisinde neler yapılmalı, nereler gezilmeli diye araştırırken olmazsa olmazın Kekova tekne turu olduğunu anladık. Genellikle Kaş'tan kalkan günübirlik tekne turları varmış. Yaklaşık 1,5-2 saatlik tekne yolculuğundan sonra Kekova'ya varıp, koylarda demir atıp, akşamüzeri geri dönülüyormuş. Deren'le daha önce tekne deneyimimiz olmadı bu nedenle koca günü nasıl geçiririz pek gözümüz yemedi... 

Kekova
O yüzden Kaş'a gitmeden yolüzerinde olan Kekova'ya uğramaya karar verdik. Buradaki tekneler Üçağız köyünden kalkıyormuş. Yol zaten bizi doğruca limana götürdü. Arabayı park edip, nerede ne var diye etrafa bakınırken teknelerden bir görevli yanımıza gelip tura katılmayı istermiyiz diye sordu. Bir çift bekliyormuş, onlarla birlikte 5 kişi olup küçücük balıkçı motoru gibi tekneyle adayı dolaşmaya başladık. Bizi gezdiren tekne sahibi o köydenmiş, bize epey bölgeyi anlattı. 

Kaleköy'deki manzara muhteşem... Kekova adasına yaklaşınca teknenin altını açıp camekandan suyun dibine baktık, gerçekten çok güzeldi. Deniz zaten turkuaz, berrak... Kıyıdaki koyları dolaştık. Adını hatırladıklarım Batıkşehir ve Eski Liman... Birinde demir atıp güzelce yüzdük. Hatta biz gittiğimizde bir sandalda gözleme yapan teyzelerden başka kimse yoktu. Küçük kayıkla da diğer teknelere servis yapıyor, çok şirindi...

Daha sonra da Üçağız köyüne döndük. Toplam 2-2,5 saat sürdü ve Deren çok eğlendi. Çünkü hem teknede 5 kişiydik, kalabalıktan bunalmadı hem de gittiğimiz yerler en fazla 15-20 dk. sürdü. Yani Kaş'tan tekneye binip, 2 saat yolculukla geri gelmek gerçekten mantıksızmış. Eğer Demre üzerinden Kaş'a gidecekseniz bu şekilde Kekova'yı görmek mümkün.

Kaş
Kaş'a geldiğimizde akşamüstü 7 civarıydı ve tabiki kalacak yerimiz belli olmadığı için en meydandaki bir çay bahçesine oturup, booking.com gibi sitelerden otel bakmaya başladık. Şöyle yaptık, siteden otelin fotoğraflarına ve yerine bakıp telefonla müsait olup olmadığını sorduk ve fiyat aldık. Genelde bookingden daha ucuz fiyat verdiler. Ama biz bir arkadaşın tavsiye ettiği Kekova Otel'de kaldık.

Aslında merkezin göbeğinde çok fazla otel seçeneği olduğunu ilk gece öğrendik. Bizim otel, otogarın karşı sokağında, merkezden bir 10 dk (tatlı yokuş) yürüme mesafesindeydi :)

Kaş'ta 3 gece kaldık. Bir gün Limanağzı'na, diğer gün de Hidayeti'in Koyu'na gittik. Turistik açıdan nasıl yerler olduğu birçok sitede yazıyor. Ben çocukla olan kısmını anlatayım.

Limanağzı'na sadece tekneler gidiyor, yol uzun değil. Denizi çok temiz, dupduru ama plaj ve sahil kavramları yok :) Kaş'ın genelinde yok. Biz erken gittiğimiz için verandalı ağaçaltı bir yer bulduk, şezlong yerine minderler vardı, yerler çakıl taşı olduğu için biraz yüksekte düz alanda olmak daha güvenli geldi bize. Burada tüm gün geçirdik, Minderlerde Deren'i uyuttuk, garsonlar yemek dahi getiriyorlar sahile. Gayet rahat ettik.

Hidayet'in Koyu geçtiğimiz yıl yenilenip, işletme kurulmuş. Yorumları okuyarak gittik, hemen hepsi de eski halinin daha iyi olduğunu yazmıştı. Bize de biraz fazlaca ticari geldi. Yine denize bir kulaç açıklıktan giriliyor ama biraz ilerleyince turkuaz mavi, tertemiz bir su var. Doğal yanı süper ama tesis beton yığını olmuş. İstif şeklinde, betonun üzerine şezlongları dizmişler ve aşırı fazla ücret alıyorlar. Biraz arkada ise ağaçaltında çimlerin üzerine de serilebiliniyor ama onlar bedava :) Çocuk için çim üzeri daha rahat, diğer taraf beton çünkü, kayıp düşme ve sıcaktan yanma tehlikesi var. Tesisteki servisler ise yine aşırı pahalı. Açıkçası biz Deren'le pek rahat edemedik, denizi dışında beklentimizi karşılamadı.

Akşamları ise Kaş merkezde sürekli gezdik. Aşırı keyifli bir havası var, dükkanlar, cafeler, incikçiler boncukçular... ki bizim böyle küçük yazlık yerlerde en çok hoşumuza giden şeyler dondurmacılar, incikçiler, boncukçular ve çay bahçeleri :) Hepsinin tadını baya baya çıkardık. Başta Deren'i yürüttük, kedi-köpek peşinde koştura koştura yoruluyordu, sonra mis gibi meyveli dondurmasını eline verip arabasına oturttuk ve gezerken uyudu. Biz de rahatça kahvemizi içip dolaştık. Genelde düz ama Küçükçakıl tarafında biraz yokuş var, puset ile azıcık yoruyor, 3 günde arabayı sadece Hidayete giderken kullandık, kalanında hep yürüdük.

Kaputaş
Sabah erken kahvaltı sonrası yola çıktık. Yine yolda karar veririz diyerek. AMMA şunu söylemezsem olmaz, o bölgede yollarda cepten internet yok denecek kadar az, ona güvenip yola çıkmak doğru olmaz, biz rotamızı bile zor yapabildik. Kaş'tan çıkınca 20-25 dk sonra Kaputaş Plajının muhteşem rengini görüyorsunuz ve durmadan, o sarı kumlara basmadan geçemeyeceğinizi hissediyorsunuz.

Buraya erken saatte gelmek önemli çünkü yol üzerinde araba park edecek yerler sınırlı, geç kalınırsa yol boyunca yürümek zorundasınız -ki zaten o merdivenleri inerken yeterince güneşe mazur kalınıyor.

Merdivenlerin tepesinden manzara muh-te-şem. Bizim şansımıza aşırı rüzgarlı bir hava vardı, ne denizin tadını çıkarabildik, ne de güneşin. Çünkü Deren kuma basamıyor. Parmağının ucuna kum değse çığlık-kıyamet... Dalgalardan korkup denize de sokamadık. 1-2 saat vakit geçirip yola devam ettik.

Aslında Patara'ya uğramak da aklımızdaydı ancak Deren'in Kaputaş'taki halinden sonra cesaret edemedik. Bildiğim kadarıyla Patara'da şemsiye-şezlong vs. de yoktu. O nedenle burayı mecburen es geçtik. Ama kumla oynamayı seven çocuklarınız varsa harika geçer.

Saklıkent
Biz de taşlara atalım kendimizi dedik ve Saklıkent'e gittik. Yine Yandexin azizliğine uğrayıp uzun köy yolundan gitmek zorunda kaldık.

Girişteki tesislerden birinde ücretsiz lastik ayakkabı giydik. Bu adım Saklıkent'in olmazsa olmazı. Ben 10 yaşında gelmiştim buraya ve akan suyu geçmenin ne kadar zor olduğunu hatırlıyordum. Hala soğukluğundan birşey kaybetmemiş :) Zor olan kısım burayı geçmek. Minicik bir sırt çantasına önemli eşyalarımızı koyduk, eşim kızı kucakladı ve karşılıklı bağladıkları halata tutunarak geçtik. Ama donduk. Ben kalçama kadar ıslandım, o kadar diyeyim.

Geçince biraz kendimizi toparlayıp doğanın tadını çıkardık. Ilık sularda Deren çok eğlendi, hafif çamurumsu yerlerde tiksinti geldi ama dönüş yolunda ona da alışmıştı.

Dönerken yine nefesimizi tutarak, aynı şekilde karşıya geçtik. Biraz kayalıklarda oturup kendimize geldikten sonra ayakkabıları aldığımız dere kenarındaki tesiste yayıldık. Burası tam bir cennet. Mis.

Ölüdeniz
Saklıkent'ten çıkarken hava neredeyse kararmak üzereydi. Fethiye'de kalırız diyorduk ama buranın pek turistik bir yer olmadığını gidince anladık. Ölüdeniz'de bir otel ayarlayıp oraya gittik.

Gecesinde biraz gezelim dedik ve Ölüdeniz eğlence hayatı tam 90'lar... İngiliz ve Almanlar çoğunlukta, eğlence hayatı da onlara göre şekillenmiş, bizim çok garibimize gitti :)

Gündüz ise anlatmaya gerek yok, mis gibi deniz ve plaj. Burada Deren kuma alıştı, çünkü su o kadar sığ ki o bileklerine gelen suda oynamaya bayıldı. Onun şerefine tüm gün o plajda kaldık :)

Burada 3 gece kaldık, deniz keyfinden sonra yola çıktık.

Akyaka
Son 1-2 yılın yeni gözdesi Akyaka :) Ben Aydın'lıyım, bizim kuzenler yazın neredeyse her haftasonu buradalar. 2 saat sürüyor Aydın'dan, ne büyük bir nimet değil mi?

İlk önce meşhur Azmak'ı gördük, dere kıyısında yemek yiyip, otel aramaya başladık. Şansımıza tam merkezde bir yer denk geldi ve odamızın bahçeye açılan kapısı vardı. Blok ve site hayatının aslında ne kadar yorucu olduğunu bu otelde anladım. 3 adımda sokağa çıkıp, 50 metre çapında aradığım her şeyi bulabilmek çok büyük bir lüksmüş meğer.

Akyaka'nın uzunca bir halk plajı var ama aşırı kalabalık oluyor. Deniz ise klasik Ege stili, sığ ve kum. Sahilden bakınca denizin üstünde yürüyen insanlar görebilirsiniz, git git derinleşmeyen bir suyu var.

Biz ikinci gün yaklaşık 20 dk. uzaklıktaki bir koya gitmeyi tercih ettik. Ağaçların altında piknik masalarının olduğu çok rahat bir tesismiş. İsmini bulursam yazarım buraya.

Akyaka gerçekten çok huzurlu bir yer. Tatilin başında fazla hareketli olduğumuz için burada yorulduk sanırım, daha sakin geçirdik 3 günü.

Genel olarak Deren için yiyecek bir şeyler hep bulabildik, evdeki düzene tabi ki uyulmuyor ancak biraz rahat olmak lazım. Yedi-yemedi, uykusu 1-2 saat gecikti diye dert edinmek tatili zehir eder. Çünkü zaten çevreden çok fazla uyaran alan bir ortamda, üstüne biz de gerilirsek iyice sarpa sarabilirdi.

Çok uzun bir yazı olmuş, farketmedim. Bilgisayardaki fotoğrafları da seçip en kısa sürede yazıya ekleyeceğim, daha anlaşılır oluyor. 









14 Haziran 2015 Pazar

İğneada Limanköy haftasonu gezisi

6 Haziran, evlenme yıldönümümüz... 

Biz öyle mum ışığında yemek yiyelim, kafamızdan gül yaprakları yağdıralım olaylarını pek sevmiyoruz. Bizim sevdiğimiz şey, kendimizi iyi hissetmek, gezmek, gülmek, eğlenmek...

Eşim cuma günü whatsapp'tan 'valizi hazırla www.meseliev.com'a gidiyoruz' diye bir mesaj gönderdi ve hazırlanmaya başladık. 

Kıyıköy ve İğneada'yı daha önce duymuştum ve görmeyi istediğim yerlerdendi. Biraz araştırınca çoğu kişinin sahili ve denizi için tercih ettiğini öğrendim. Ancak bu seneki hava durumunun deniz sezonuna elverişli olmaması nedeniyle o olayı eledik, zaten 2 yaşındaki kızımızla deniz pek keyif verici olmayacaktı :) Başka neler yapılabilir kısmını araştırdık. Bu yazımda da deniz hariç gezilecek yerlerden bahsedeceğim.

Cumartesi sabah 9:30 civarı yola çıktık (Bahçeşehir, Ispartakule'den). Daha kestirme olur düşüncesi ile TEM Çerkezköy ayrımından çıkıp Saray-Vize şeklinde devam edelim dedik. Ancak Saray'da ana yol çalışması ve sanırım bir çevre yolu inşaatı yüzünden Yandex bizi olmayan bir yola sokmak istedi ve mecburen bir köy yoluna girdik. Orada biraz vakit kaybettikten sonra Vize yoluna çıktık ve Poyralı'dan Demirköy ayrımına dönerek İğneada yoluna girmiş olduk. 


Her ne kadar kısa gibi görünse de Çerkezköy'den sonra tek gidiş-gelişli ve çok rahat olmayan bir yol Poyralı'ya kadar yaklaşık 60 km devam ediyor. Poyralı'dan sonra Istranca Dağları'nı yavaş yavaş tırmanmaya başlıyorsunuz, yol gayet düzgün ancak dağ yamacı olduğu için virajlı. Bir tarafta inanılmaz yeşil ve dev gibi ağaçlar, diğer tarafta ovaların, çayırların manzarası çok keyifli. 

Demirköy'e vardığımızda tırmandığımız dağın bir bölümünü inmiştik. Gitmeden ismini duyduğumuz Demirköy Dökümhanesi'nin tabelasını gördük (4 km), gelmişken görelim diye girdik. Kazıları devam ettiği için içerisi gezilmiyor, Ama bir bekçi ve 2 köpeğinden başka kimse yok. Hatta bekçiyi orada unutmuş bile olabilirler. Açıklamasında Fatih zamanındaki topların burada döküldüğü yazıyordu, tarihi epey eski yani ama görülecek bir şey henüz yok.




Merkezi geçtikten yaklaşık 5 km sonra sağda Taş Mekan adlı bir kır lokantasında durduk. Amacımız biraz soluklanıp çay içmek hem de manzarayı seyretmekti. Çok güzel bir bahçesi var, orayı gezerken yemek yiyenlerin epey kalabalık olduğunu farkettik ve biz de yemeğe oturduk. Kuyu tandır ve manda yoğurdu meşhurmuş. Bu mevsim oğlak dönemi dediler, çok lezzetli, lokum gibi hiç kokmayan bir et yedik. O kadar lezzetli pişmiş ki kızımız bile etteki yağları ayırmadan yiyebildi. Kışın da kuzu tandır yapıyorlarmış. Hem yemekte hem de bahçesinde epey vakit geçirdik. Bahçede kedi, köpek bol, çocuklular için ideal.

Taş Mekan

Yemekten sonraki hedefimiz İğneada, Limanköy ve otele ulaşmak oldu. 


Böyle bir yoldan yaklaşık 20 km sonra İğneada'ya vardık. Zaten tek olan yoldan geçerek sahile kadar indik. Sağ taraf merkeze giderken biz sola dönüp otelimizin olduğu Limanköy'e saptık. 

İğneada'da neredeyse bütün evlerin penceresinde 'pansiyon bulunur' yazısı var. Özellikle yazın çok ilgi görünce halkın ek geçim kaynağı olmuş sanırım. İnternetten de araştırınca lüks sayılabilecek tek oteli var, İğneada Resort sanırım ismi. Merkezde, hemen sahilin dibinde dev gibi duran ama 5-6 katlı bir otel. Dışarıdan pek de 5 yıldızlı gibi durmasa da fiyatları epey yüksekmiş...

Biz Limanköy'de (İğneada'ya 5 dk. mesafede) Meşeliev adında sevimli bir butik otelde kaldık. 4 odalı, kendi evleri otelin tam karşısında olan karı-kocanın işlettiği bir yer. Geniş bahçesi, kamelyası, temiz odaları, güler yüzlü, samimi işletmecileri var. Biz pazar günü genel seçimin olduğu haftasonunu seçtiğimiz için otelde sadece biz konakladık. Aslında 3-4 aile anlaşıp da haftasonu kalınacak bir yer. Sapanca'da, Abant'ta ev 1-2 gün için ev kiralayan gruplar var ya tam o tip konaklamaya uygun bir yer işte. 

Meşeliev Butik Otel

Longoz Ormanı
Otele eşyalarımızı bırakıp Longoz Ormanları neymiş bir görelim artık dedik ve en yakını olan Mert Gölü'ne gittik. 

Yandex haritasına göre gidince, İğneada'nın içinden geçen bir yol göl kenarına kadar gidiyor. Ancak gölün etrafı sazlık olunca pek bir şey göremiyorsunuz. Aslında orman gölün diğer tarafında. Oraya da İğneada'dan çıkıp Demirköy'e doğru 3 km kadar ilerleyince, solda 'Milli Park' tabelasından girilerek ulaşılıyor. 


Doğa muhteşem, Longoz Ormanı ayrı bir doğa harikası ancak ne doğru düzgün tanıtım var ne de kendi imkanlarıyla gidecek olanlar için doğru yönlendirme, tabela, açıklama vs... Biz merkezdeki benzin istasyonuna sorup öğrendik. Ana yoldan girişte de minicik bir ok işareti ve iki tane bilgilendirme yazısı asılı, bunları yolda ilerlerken farketmez çok güç!

Milli Park'ın içine girince hemen sağ tarafta kamp alanı var, ilk göl olan Mert Gölü buradan 3 km kadar içeride. 



Hiç bu kadar sık ağaçlı, balta girmemiş bir orman görmemiştim. Gittiğimiz saat 18:00 civarıydı ve hava bulutlu olduğu için daracık yolda ilerlerken bile ürperdim. Koca ormanda tek başımıza gidiyor gibiydik, hiç kimseyi görmedik. Yolun sonu gölün sazlık tarafına çıkıyor ve yol, bozuk toprak yola dönüşüp az ileride gölle karışıp sular yükseliyor. Sanırım yazın sular çekilince bu yoldan sahile kadar gidilebiliniyormuş. Yolun bitiminde sağda bir çardak ve göl hakkında kısa bir yazı var. Aracı buraya bırakıp çardağın yanında, yürüyüş yolu gibi duran açıklıktan ormanın içine girdik. 

Sakin haftasonuna denk gelmemiz orman gezisi için şanssızlıktı, çünkü hiç kimsenin olmadığı, gerçek anlamda balta girmemiş ormanda 2 kişi ve bir çocuk (2) biraz tırsarak ilerledik. Otel işletmecilerinin söylediğine göre ormanın içlerinde birçok nehir akıyormuş ve biriken sular ağaç köklerini şekillendirmiş, onları görmenizi tavsiye ederiz dediler. Ancak ben 'korktum'. Her ne kadar hava aydınlık olsa da ağaçlar o kadar sık ki, incecik yoldan ilerledikçe gökyüzü görünmez oldu, ışık azaldı, etraftan gelen kuş, börtü böcek sesleri arttı. Keşke daha organize bir şekilde gitseydik de yanımızda bir rehber ve grupla dolaşsaydık. Kızımız da olunca gruba uyum sağlamakta zorlanacağımız için hiç o alternatif aklımıza gelmemişti, ancak orman içindeki gezi için gerekliymiş.



Mert Gölü'nün sazlıkları, İğneada'ya doğru

Kısa yürüyüşten sonra arabaya dönüp ormanın diğer tarafını turladık. Orman içindeki yer-yön işaretleri çok çok yetersiz. Bazıları ağaç tabela üzerine yazılmış ve tabiki zamanla silindiği için okunamıyor. Orman içinde ilerledikçe yön duygumuz şaştı, bırakın interneti telefon dahi çekmediği için nerede olduğumuzu algılayamadık. Bir sonraki Hamam Gölü'nü de gördükten sonra üzülerek geri döndük.

Mis gibi temiz hava ve yürüyüş bizi acıktırdı. İğneada merkezdeki meşhur Dodrodosli Rumeli Köftecisi'nde köftelerimizi yeyip, meydanın karşısından dondurmalarımızı aldık ve otelin yolunu tuttuk. Malum çocuk var ve onun da bir 'uyku saati geçince başına vurma' huysuzluğu var :)

Limanköy
Ertesi gün otelden, standart bir kahvaltı sonrası ayrıldık. Ama ayrılık kısmı biraz uzun sürdü çünkü o sırada yoldan inek sürüsü geçti ve bizim kız yolduğu otlarla peşlerine takılıp onları beslemeye kalktı. Derken köpekler geldi bir posta da onların peşine gitti. Sonra yolda 7-8 tane renk renk yavru köpekleri gördü, hepsini tek tek mıncırdı, bıraksak pazar gününü orada geçirebilirdik.

Yine tavsiye üzerine Limanköy köy meydanındaki kahveye girdik, burası tarihi kitapevinin hemen karşısında. Fırında türk kahvesi yapıyorlar, lezzetini çok beğendim -ki ben türk kahvesi pek sevmem- ayrıca sunumu da gayet etkiledi :)



Beğendik Köyü
Dönüş yoluna geçmeden, Bulgaristan sınır köyü Beğendik'i görün dediler. Sahili, denizi güzelmiş ama onlar bizi çok ilgilendirmese de buraya kadar gelmişken görelim dedik. Yaklaşık 15 km mesafede ıssız bir köy. Sahile giden yol belli bir yerden sonra Jandarma tarafından kesilmiş, diğer taraf Bulgaristan. Sınırdaki Rezovo köyü görünüyor, seslensen duyarlar yani o derece yakın.

Jandarmaya rica edin, içeri alırlar, sınırı ayıran nehre kadar gidebilirsiniz dediler bize ancak asker abiler bırakın sınıra gitmeyi arabadan inmek yasak diye bizi, kapıyı bile açamadan geri gönderdiler.


Beğendik (karşıda görünen evler Bulgaristan köyü)

Beğendik sahili, İstanbullular için Şile sahili kıvamında, geniş, uzun, kum ve dalgalı. Çok bakımsız ve salaş bir işletme vardı, belki yaz aylarında toparlanıyordur.

Dönüş yolu-1

Dupnisa Mağarası
Dönüş yolundaki bir sonraki hedef Dupnisa Mağarası. Yandex ve Ios haritaları bu mağaradan habersiz! Biz gelirken görmek istedik, Demirköy girişinde tabelasını görüp saptık, ancak 10 km kadar gittikten sonra bile hiç bir işareti çıkmayınca 'acaba yanlış yolda mıyız' diye tedirgin olup geri dönmüştük. Meğer doğru yolmuş, dönerken birkaç yere sorup teyit ettirdik. Anayoldan girince telefon ve 3G çekmiyor, dolayısıyla neredeyiz, kaç km kaldı vs. bilinmiyor ve yol boyunca HİÇ tabela yok. Balaban ve Sarpdere köylerini geçiyoruz, Sarpdere'yi geçer geçmez -neyse ki- sola doğru tabelası çıkıyor ve 5-6 km ileride yol bitip, mağaraya varıyoruz. Demirköy'deki ayrımdan burası yaklaşık 30 km ama yol virajlı ve 1,5 araçlık genişlikte, köy yolu.


Yolda hiç araç görmeyince yine 'tek başımıza mağara gezeceğiz' diye düşünürken, yol bitimindeki kocaman otopark alanının dolmuş olmasına çok şaşırdık. Zar zor buldurup geldiğimiz yer meğerse insan kaynıyormuş. Burası 2003 yılında devletçe keşfedilip düzenlemesi yapılarak ziyarete açılmış. Edindiğimiz bilgiye göre mağaranın iki bölümü var 'kuru ve sulu'. Ziyaret edilen giriş kısmı sulu bölüm yaklaşık 1 km imiş. Ancak o kadar uzun yürümeden merdivenlerle kuru bölüme çıkılıyor. İçerisi inanılmaz güzel. Yakın zamanda düzenlendiği için ışıklandırma, yürüyüş platformları çok düzgün.



Her köşede ayrı bir ayrıntı var. İçerisi kuru bölüm olmasına rağmen nemli ve yerler ıslak. Bazı yerlerde eğilerek, bükülerek geçmek gerekiyor. Epey merdiven çıktıktan sonra mağara, dağın diğer tarafına açılıyor. Burada biraz soluklanıp oksijen çarpması yaşadıktan sonra tekrar mağaraya girip geri dönüyoruz. İçerisi biraz serin ve nemli, -ne kadar olduğunu bilmesek de- yüksek bir dağda tırmandığımız için basınç hissediliyor.











































Burası aslında birçok türdeki binlerce yarasanın yuvası :) Bu nedenle kışın ziyarete açık değilmiş, yarasaların kış uykusunda rahatsız olup zarar görmemeleri için...

Not: Mağara girişinde giriş ücreti olarak kişibaşı 5 TL verdik. Ancak mağaraya girmeden, derenin kenarında mangal yakıp piknik yapmak da serbest sanırım :) Dumanaltı olmuş bir alan vardı. Aslında o kadar korumasız ve ormanın için olan bölgede ateş yakılması çok sakıncalı. Mağara girişine kadar uzanan bir iskele yapılıyordu, otopark alanı ve giriş kısmı da tadilat içindeydi. Yakın zamanda tamamlanıp daha düzgün işletileceğini düşünüyorum.

Çünkü mağara görülmeye ve o kadar sapa yol çekilmeye değer!

Seçim günü olmasına rağmen burasının kalabalıklığı bizi şaşırttı. Yaşlısı bebeklisi hiç üşenmeyip onca merdiveni çıktı indi. Küçük yaştaki yürüyen çocuklar için biraz tehlikeli bir yer. Bizim kızımız da azıcık başına buyruktur o nedenle böyle gezilere çıkarken kangurusunu (Boba) mutlaka yanımıza alırız. Hem ormandaki yürüyüşte hem de mağarada çok pratik oldu. Alışkın olduğu için uykusu bile gelse orada rahatlıkla uyur. Mağaranın ışıkları, sarkıtlar, ıslaklık çok ilgisini çekti, ben bile dokunmaya çekinirken o duvarları elledi mesela. Hiç sorunsuz, gıkını bile çıkarmadan çıkıp indik.

Buradan saat 14 civarı ayrılıyoruz, yolumuz uzun ve 17'ye kadar mahallemize varıp oyumuzu kullanmamız gerek :)

Yine aldığımız tarife göre, geldiğimiz yolu Demirköy'e kadar geri dönmeyip Balaban Köyü'nden ana yola bağlanmak istedik. Diğer yola göre biraz daha bozuk olmasına rağmen katlanılabilir.


Geldiğimiz yolu kullanmayıp Lüleburgaz'dan TEM'e bağlanmaya karar verdik. Poyralı'dan sonra Pınarhisar tarafına sapıp yeşil İstanbul tabelalarını takip ettik. Google'ın yolu 3 saat hesaplaması yaklaşık doğru çıktı, 16:30 civarı oyumuzu kullanacağımız okulda idik. Vatandaşlık görevimizi de yapıp haftasonunu bitirdik.